Türk sinemasında başta Babam Ve Oğlum olmak üzere Ege bölgesinden farklı hikayelerle izleyiciden güzel geri dönüşler alan ünlü senarist ve yönetmen Çağan Irmak ilk yazın denemesinde yine Ege yöresinden farklı karakterle buluşturuyor bizleri.
6 farklı hikayeyi bizlerle buluşturan Gözümden Deliler Taştı son dönemde okuduğum öykü kitapları içersinde en sıcak ve samimi bir eser diyebilirim. Yöreye aşina olanların ya da bir şekilde aşina olmuşların sıklıkla denk geldiği Ege insanı profilini görünce kitap sizi daha da içine alıyor, “bizim Ege’nin insanı işte” dedirtiyor. Naciye, Perizat, Hüsniye Hanım, Elektrikçi Kemal… Hepsi bizden biri.
Öykü türü roman türüne göre daha az kelimeyle daha çok şey anlatılmaya çalışılan bir tür olduğundan biraz meşakkatli görünse de Irmak bu dezavantajı senaristliğinin de getirdiği yazma tecrübesi ile avantaja çevirmesini biliyor.
Ayrıca bir parantezde yan karakterlere açmak lazım. Gözümden Deliler Taştıda ki her bir öyküde bir ana karakter var ama o ana karakterin bulunduğu ortamda yer alan yan karakter de öykülerde nakış gibi işleniyor. Bunu kimi zaman mahalledeki sinemacı da, kimi zaman mahalle esnafında güzel bir şekilde görüyoruz.
Kısacası 141 sayfaya 6 öykünün sığdığı Gözümden Deliler Taştı elinize aldığınızda bir avazda bitecek bir kitap.
Ülkemizde ve Avrupa’da son dönemdeki en büyük krizlerden biri şüphesiz mülteci krizi. Bir yandan bu insanların vatanlarından olmasına üzülürken, diğer yandan bu insanların geldikleri ülkelere olan katkısını da sorgular olduk. İranlı yazar Shahzadeh N. İgual’ın Adı Mercan adlı romanını bitirdikten sonra vatanlarından olanların sığındıkları ülkelere kattığı değer beni daha da düşündürür oldu.
Adı Mercan Sovyet işgali altındaki Polonyalıların İrana sığınma hikayesini Rahel, Helena ve Sara üzerinden anlatan oldukça etkileyici bir roman. Etkileyici diyorum çünkü bana iki ülke halkı sayın ki aynı ülkede dostça yaşasınlar biri diğerine kucak açsın diğeri de açılan bu kucağa yaptığı hizmetlerle değer katsın desem sanırım son sayacağınız ülkerler İran ile Polonya olacaktır.
İranlı yazar Shahzadeh N. İgual’ın kaleminden “Acının Dini Yoktur” sözünü her satırında hissettiren roman zamanında İrana sığınmış Polonyalılar ve onlara hoşgörüyle yaklaşıp kucak açan ve onlara Tahranda İsfahanda, Şirazda, istihdam sağlayan insanların tarihine eğiliyor.
İkinci Dünya savaşının bu unutulmuş hikayesini tarihin tozlu raflarından indirerek bilenlere yeniden hatırlatan, bilmeyenlere de çok ilgi çekici bir tarihi araştırmaya teşvik eden çok çarpıcı bir iş. Yazarın İranlı olmasından mütevellit bu unutulmayacak tarihi yerinde yaşatan Adı Mercanı elinizden bırakamayacaksınız.
George Orwell’ın 1984 romanında bahsettiği muhalefetsiz totaliter toplumlara hızla gidilen şu dünyada, Bernard Shaw’ın “Dünyada barışı sağlamak isterseniz politikacıları yok edin, halklar birbiri ile anlaşır.” sözünü her satırında hatırlatan bir roman okumak istiyorsanız doğru kitaptasınız.
Dini, dili bir olmayan insanların birbirine duyduğu saygı ve bazı insanların savaş bitse dahi kendilerine kucak açan insanları bırakmayışı bırakanların da her daim kendilerine kucak açanları hatırladıkları o hoşgörülü insanların romanı Adı Mercan
Adı Mercan İranlı yazar Shahzadeh N. İgual’ın okuduğum ilk romanı olurken kendisinin “Tahran’ın Kırmızı Sirenleri”, “Rolly Royce’u Taramışlar Baba” “İsfahan’ın Gözyaşları” adlı diğer eserlerini de okumam için merak uyandırdı.
Polonya’dan Sibirya’ya Sibirya’dan Tahrana bir kurtuluş hikayesi sunan Adı Mercan Mona Kitaptan çıkan bir çırpıda okunacak bir eser.
İnsanoğlunun uzun yaşaması için 2 etken var. Bunlardan biri genetik faktörler diğeri ise kişisel faktörler. Genetik faktörler noktasında şanslı kişiler şu anda aileden gelen bir uzun yaşam ömrümüz var noktasında. Peki aileden şanslı olmayanlar? İşte bu noktada ben kişisel faktörlere müdahale edebileceğimizi düşünüyorum. Bu minvalde de bu pazar okumalığında da sizlere bu konudan bahsetmek istedim. Daha uzun nasıl yaşarız? Tabi her yazımızda olduğu gibi kitaplara da dokunarak. Kitap tavsiyeleri vermeye çalışarak.
Hadi gelin işleyen demiri değil, işleten demirciyi ışıldatalım. Öncelikle uzun yaşamamız için gereken malzemeleri vererek tarife başlayalım ve sıra sıra gidelim.
Erken Emeklilik
Mutlu Olma Ve Az Stres
Telomer Etkisi
Erken emeklilik ile yaşam ömrünün ne bağı var diye sorabilirsiniz ama geçenlerde denk geldiğim bir araştırmanın sonuçları bize bu bağın çok güçlü olduğunu kanıtlıyor.
Yukarıda gördüğünüz tabloda 50 yaşında emekli olan kişilerin ortalama yaşam süresinin 86 olduğunu fakat 65 yaşında emekli olanların ortalama yaşam süresi yalnızca 66,8 olduğunu görüyorsunuz.
Bu çalışmadan çıkan sonuç 55 yaşını geçen her yıl için insanın ortalama 2 yıl ömrünü kaybettiğidir. Yani işleyen demir ışıldasa da işleten demirci ışıldamıyor.
O zaman ne yapmalı? Emeklilik hissiyatı verecek işlere kanalize olmalı ya da erken emekli olmamızı sağlayacak getiriyi genç yaşta elde etmeli. Gençler öğrenebildiğiniz kadar şey öğrenin. Üniversitenin yanında yapay zeka, robotik kodlama, metin yazarlığı hangi alana yatkınsanız bunu yapın. Geçen yazıda bahsettiğim gibi belki Digital Nomad/ Dijital Göçebe olur emeklilik ve işi bir arada yaparsınız.
Uzun yaşamın en önemli belirtilerinden biri de mutlu olmak.
Can Yücel Yaşamak Bayramdır adlı şiirinde, “Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan. Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir” diyor. Aslında mutlu olmak çok basit küçük şeylerle bile mutlu olabilir insanlar. Peki bunu nasıl başaracağız? derseniz bunlar içerisinde benim son dönemde okuduğum birkaç kavramdan bahsetmek istiyorum. İskandinavların mutluluk sanatı diye isimlendirilen: Hygge, Lykke ve Lagom. Kuzey Avrupa ülkelerinden dünyaya yayılan bu 3 kavrama gelin birlikte bakalım.
Norveççe de rahat, huzurlu ve mutluluk veren anların tadını çıkarmak anlamına gelen Hygge, Danimarkalılarda rahatlık, konfor ve sıcaklık anlayışına tekabül ediyor. Yani insanlar için bulundukları ortam ve sevdikleri ile paylaştıkları şey çok değerli.
Sıcak, samimi bir atmosfer yaratmak, rahat kıyafetler giyip gevşemek, basit ve mütevazi şeylerden keyif almak, kendi başınıza iken de etrafınızda dostlarınız olduğunda da gerçekten orada olmak ve anın içinde yer almak, üzüntüleri kapı dışına bırakıp sahip olduklarımıza şükretme, basit ve mütevazi şeylerden keyif almak. Hepsi bu Hygge kavramının ana felsefesini oluşturuyor.
İsveççede de güzel bir gelenek var. Adı Fika. Günlük hayatın karmaşasına ara verip, arkadaşlarınız ile kahve içerek tamamen anın ve kahvenin tadını çıkarmak olarak nitelendirilen Fika kavramı bize dur durak bilmeyen günlük koşuşturmacamızda sakin kalmanın ve iki dost kelâmının uzun yaşama etkisine vurgu yapıyor.
Dancada bir kelime olan Lykke kavramına gelecek olursak bu kavram da merkezine mutluluğu oturtuyor. Sevdiklerinizle mutlu olmanın, mutlu olacağınız bir işi yapmanın, evinizde sizi mutlu edecek objelerin yer almasının, dostlarla ya da aileyle olan mutlu anların çerçevelenmesinin önemine vurgu yapan bu kavram sizi mutlu edecek unsurları hayatınızda ön plana çıkarmanız gerektiğini salık veriyor. Eğer mutlu olursanız daha uzun yaşarsınız diyor. Bir yerde okumuştum “Sana duvar örüyorsam tuğlasını sen verdin” diye. Bu kavram aslında mutluluğu merkeze alırken mutsuzluğu da elinin tersi ile itiyor. Yani mutluluğu ararken sizi mutsuz edecek kişi ve ortamları da hayatınızdan çıkarın. Kimse sizin bataryanızı zayıflatmasın.
İskandinavların mutluluk sanatının son kavramı Lagom. Kelime anlamı olarak tam kararında demek. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmemek ama sevdiğimiz şeyler olursa da kendimizi onlardan mahrum etmemek bu kavramın temelini oluşturuyor.
Yukarıda bahsettiğim bu 3 kavram kişilerle olan iletişimimizin yanında objeleri de önemseyen kavramlar. Hatta son dönemde bu kavramlar özelinde dekorasyonlar bile ön plana çıkmış vaziyette. Yani evimize bulunan objelerin bile mutlulukla ve dolayısıyla uzun yaşamla bağlantısı var.
Bu kavramlara daha detaylı vakıf olmak isteyenler için Meik Viking imzalı Hygge, Lykke ve Linnea Dunne imzalı Lagom kitaplarını tavsiye ederim. Uzun zamandır Türkçesi olmayan bu kitaplar Pegasus Yayınları sayesinde raflardaki yerini aldı.
Gelelim uzun yaşamın son ayağına. Yani Telomer kavramına. Magazin çok takip eden biri değilim ama ünlülerin aşk hayatı ve alanı dışındaki sohbetleri hep ilgimi çekmiştir. Bu sayede bilmediğim bazı konularla karşılaşırken bende de araştırma merakı oluşturuyor. Bu konulardan biri de Telomer. Ben bu Telomer kavramıyla Eurovision gururumuz Sertab Erener ile tanıştım. 2017 de verdiği bir röportajda 100 yaşına kadar yaşamak istediğini belirten sanatçı, bu uğurda Bill Andrews isimli bilim insanına bile denek olmaktan çekinmemiş. 28 yıldır biyoteknoloji alanında çalışan Bill Andrews 16 yılını telomer konusuna vermiş bir insan. Çin de “astragallus” adı verilen bir bitkinin kökünün telomeraz boylarının kısalmasını önleyen “Telomeraz” enzim genine sahip olduğunu bularak, bu bitkinin kökünden tedavi yapmaya başlıyor. Sertab Erener de telomerleri araştırdığı sırada ülkeye geldiğini öğrendiği Andrews ile tanışarak onun astragullas bitkisi ile ürettiği haplardan kullanmaya başlıyor. Şimdi yazının uydudaki ne idüğü belirsiz ilaç pazarlayan bir kanal modunda ilerleyeceğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu telomere girişti sadece. Peki Sertab Erener’in kısalmaması için gayret ettiği bu Telomer nedir gelin yanıtını verelim.
Telomer her bir DNA sarmalının ucunda bulunan ve kromozomları koruyan parçalardır. Tıpkı ayakkabı bağcıklarının ucundaki plastik parçalara benzerler. Vücudumuzdaki tüm hücrelerdeki DNA sarmallarının ucunda bulunurlar. Her hücrede 23 kromozom çifti olduğundan, her hücrenin 92 telomeri vardır.
Hücrelerimiz bizi genç ve sağlıklı tutabilmek için her bölündüğünde, telomerler sürekli kısalır. Ayrıca telomer uzunluğu stres, sigara, obezite, egzersiz eksikliği, kötü beslenme alışkanlıklarının da katkısı ile daha da kısalırlar.
Bizim bu telomerleri uzatma ve dolayısıyla yaşam ömrümüzü de uzatma şansımız kendi elimizde. Nobel Tıp Ödüllü Dr. Elizabeth Blackburn ile Dr. Elissa Epel Telomer Etkisi kitabında telomerleri uzatmak için gerekli duygusal faktörleri felsefi bir yaklaşımla verirken, bilim insanı olmalarının verdiği tarafta da telomerlerin uzamasını ya da kısalmasına neden olan besinlerden de bahsediyorlar.
Kitapta uzun uzun anlatılan bu besinlerden başlıcalarına değinmek gerekirse Blacburn ve Epel’in özellikle uzak durulmasını tavsiye ettiği ürünlerin başında sosis ve salam geliyor. Literatürde işlenmiş et olarak geçen sosis, salam, jambon ve türevleri telomerleri kısaltan en önemli besinler. Asitli içecekler, fast foodlar, şekerli maddeler ve doymuş yağ içeren besinler de yine telomer boyunun kısalmasına yol açıyor.
Peki Blacburn ve Epel’e göre telomerlerin boyunu uzatan besinler nelerdir diye sorarsanız. A, E ve C vitamininden zengin besinler diyebiliriz. A vitamini içeren süt, yumurta, kayısı, ıspanak, kırmızı biber, havuç, brokoli E vitamini içeren zeytinyağı, badem, yer fıstığı, avokado ve C vitamini içeren Mandalina, Limon, Greyfurt, Portakal, Çilek ve Domates telomerleri uzatan başlıca gıdalar.
Dr. Elizabeth ve Dr. Elissa’nın beraber yazdıkları Telomer Etkisi adlı kitapta bu yazdıklarımdan çok daha fazlasını bulacaksınız. Benim gibi tıp bilgisi çok olmayan biriyseniz, bu kitap tam da size göre. Basit ve hedefe ulaştıran bir anlatıma sahip bu kitap Doğan Kitap etiketi ile raflardaki yerini aldı. Ben mavi yüzlü olan kitabı okumuştum ama kitabın yüzü değişmiş. Ben her ikisini de buraya koyuyorum. Hangisine denk gelirseniz mutlaka okuyun.
Sertab Erener Lâl albümünde yer alan sözü Sezen Aksu ve Meral Okaya düzenlemesi Levent Yüksele ait olan Masal adlı şarkısında
“Bir varmış bir yokmuş dünya masalmış.
Her yolcudan bu handa hoş seda kalmış.” diyor.
Evet dünya bir masal ama bir yolcu olarak hoş bir seda bırakmak elimizde. Mutlu olalım. Hayatımızdan kötülükleri ve bizi üzen insanları çıkaralım ve telomerlerimize iyi bakalım. Yazıyı da Sertab Erenerden Masal adlı şarkı ile bitirelim.
Blogumda Pazar günleri sizlere ara ara kültür sanat dışı bazı okumalar sunuyorum. Bugün de sizlere Dijital Göçebelik/Digital Nomad kavramından bahsedeceğim.
Pandemi ile birlikte evlerimize kapanmış ve evden çalışma kavramı ile tanışmıştık. Bazı firmalar bu çalışma şartlarına devam ederken, bazı şirketler de hibrit çalışma adı verilen yöntemle haftanın bazı günleri ofiste bazı günleri evde çalıştırdı personelini. Bazı firmalarsa pozisyona göre bu yöntemleri tercih etti. Örneğin müşteri hizmetleri. Şu an neredeyse tüm firmaların müşteri hizmetleri evden çalışmakta.
Bizler bu farklı çalışma stilleri ve koşulları ile tanışmaya devam ederken bunlara bir de dijital göçebelik eklendi. Gerçi bu dijital göçebelik pandemiden önce kısmen kendini göstermişti ama şimdi çok daha yaygın bir çalışma şekli oldu.
Peki nedir bu dijital göçebelik?, Kimler olabilir?, Avantajları nedir? Nasıl olunur? gibi soruları soruyorsanız cevabı bu yazıda. Hadi gelin şimdi tek tek bu soruları soralım ve cevaplarını verelim.
Dijital Göçebelik Nedir?
Türk tarihine bakıldığında Hunlar gibi Uygurlar gibi bir sürü göçebe topluluktan bahsedebiliriz. Bir toplumun yaşamlarını ve soylarını sürdürebilmek adına belirsiz süreli aralıklarla yer değiştirme geleneği ya da alışkanlığına göçebe yaşam diyoruz.
Dijital göçebelik te adını bu göçebe yaşamdan alıyor. Geçimini sağlamak için mesai saatleri ya da mekanlara bağlı olmadan çalışabilen kişilerin tümü için geçerli bir kavram. Burada mekana bağlı kalmadan sözünün altını çizmek isterim. Zira sürekli seyahat etmek ve bulundukları bölgedeki kütüphane, kafe, ortak çalışma alanı gibi internetin ve mobil erişimin olduğu farklı yerlerde çalışmak dijital göçebelerin ortak özellikleri arasında. Onlar için bilgisayarları hatta bazen telefonları olması bile yetiyor.
Kimler Dijital Göçebe Olabilir?
Bakıldığında herkes dijital göçebe olabilir. Zira dijital göçebelikte her konuda elemana ihtiyaç olabiliyor. Sizin o anda bulunduğunuz ülke ve ihtiyaçlarla alakalı bir durum ki nerede ne ihtiyaç var bunu yazının ileriki bölümünde anlatacağım. Her konuda eleman ihtiyacı olabiliyor demiştim lakin bazı meslek grupları bu yapıya biraz daha elverişli. Bunlardan bazıları metin yazarları, dijital pazarlama uzmanları, sosyal medya uzmanları, muhasebeciler, finansçılar, tasarımcılar, çevirmenler, editörler, proje yöneticileri, danışmanlar.
Dijital Göçebe Olmanın Avantajları Nelerdir?
Belirli bir yere bağımlı olmadan özgürce çalışabilme olanağı dijital göçebeliğin en büyük artısı. Bir diğer artısı da kişinin yaratıcılığı. Yapılan araştırmalar dijital göçebe olarak çalışan insanların üretkenliğinin ve yaratıcılığının arttığını gösteriyor. Kimisine göre olumsuz olacaktır ama bir diğer olumlu yanı da insanların konfor alanından çıkmaları. Mevcut işlerinde sabah git akşam gel maaşım tıkır tıkır yatsın şeklinde bir konfor alanından çıkan insanlar bu çalışma sayesinde daha fazla sorumluluk alıyor. Sevdiği şeylere de daha fazla zaman bulduğunu söyleyen dijital göçebeler, aynı zamanda sosyal çevrelerinin de arttığını söylüyorlar.
Dijital Göçebeliğe Geçiş Süreci
Dijital göçebelik aslında bir riski de barındırdığından, öncelikle ayağınızın sağlam yere basması gerekiyor. Sizi bir kaç ay idare edecek bir gelirinizin olması gerekir. Mevcut iş yerinizden size müşteri kazandırabilecek bir portfolyonuz olursa bu sizi hızlı bir şekilde artıya geçirebilir. Mevcutta dijital göçebe olan kişilerden destek alarak göçebeliğe giden sürecinizi hızlandırabilirsiniz. Ve son olarak da çalışacağınız ekipmanların yeterliliği. Yani bilgisayardan çalışacaksanız bilgisayarınız, telefondan çalışacaksanız telefonunuz, internetin olmadığı bir ortamdaysanız telefonunuzun interneti sağlam olmalı. Bunlar sizi yarı yolda bırakmamalı ve mümkünse yapacağınız işi destekleyen cihazlar olmalı.
Dijital Göçebeler Nasıl İş Bulur?
Eskiden hatırlar mısınız, gazetelerin iş bulma sayfaları olurdu. Adı da sarı sayfalardı. İşte dijital göçebeler için de bir kariyer net gibi değil de bu sarı sayfalar mantığına yakın uygulamalar mevcut. Bunlardan en yaygın olanından burada bahsetmek isterim. Adı NomadLife. NomadLife dijital göçebelere saatlik, haftalık, aylık çalışabilecekleri işleri bulmalarına yardımcı olmanın yanı sıra en ucuz gezgin destinasyonları -ki bunu bölgelere ve kıtalara göre filtreleyebiliyorsunuz- , internet hızının en iyi olduğu yerler gibi bilgiler veriyor.
NomadLife uygulaması dışında, ülkemizde ve dünyada bulunan tüm Digital Nomadların bir araya geldiği ve birbirleri ile bağlantı kurup, birbirlerine iş pasladığı topluluklarda var. Bunlardan en yaygını: “Digital Nomad Türkiye Topluluğu”
Bugün sizlere Dijital Göçebelik/ Digital Nomad kavramından bahsettim. Umarım bu yazım Dijital Göçebe olmak isteyenlere bir rehber, kavramla yeni tanışanlara da bilgi olmuştur. Bir sonraki pazar okumalığında buluşmak üzere. Esen kalın…
Yeraltı Demiryolu Colton Whitehead tarafından yazılan ve 2016 da yayımlanan özgürlükler ülkesi Amerikan’ın geçmişte ne kadar özgür olduğunu(!) bizlere anlatan siyahiler ve kölelik temalı bir roman. Romanı Begüm Kovulmaz çevirisi ile Siren Yayınlarından okumuş, kitabı bitirdikten sonra uzun süre etkisinden çıkamamıştım. Harikulade bir eser olmasının yanında altı çizilecek o kadar çok satır vardı ki. Ve bu satırları tekrar tekrar okuyunca romanın neden 2017 Pulitzer Ödülü aldığını daha iyi anladım. Romanın ana karakteri Cora aslında her şeyi özetliyordu. Dünya kötü bir yerdi ama insanlar öyle olmak zorunda değildi, öyle olmayı reddedebilirlerdi.
Yeraltı Demiryolu romanını okuduktan bir kaç yıl sonra dizisi çekileceğini öğrendiğimde açıkcası biraz tedirgindim. Zira bir kaç istisna dışında romandan uyarlanan çoğu dizi ve film maalesef uyarlandığı romanın önüne pek geçememişti. Romanına göre hep bir sönük kalmışlardı. Fakat Amazon Prime Video gerçekten muhteşem bir iş çıkarmış. Son dönem uyarlama işleri içerisinde uyarlandığı esere en sadık kalmış yapım dersem abartmış sayılmam sanırım. Çekimden tutunda senaryoya, kostümden tutun da müziklere kadar her detayı izleyiciyi etkilemeyi başarıyor. Romanı okurken okuyucunun kafasında ne canlanıyorsa aynı şekilde görsele aktarılmış.
Yeraltı Demiryolu bir zamanlar ikinci sınıf vatandaş olarak kabul gören ve statüsü kölelik olan siyahilere eğiliyor. Colton Whitehead imzalı romandan uyarlanan dizisi de 10 bölümlük ilk sezonu ile Amazon Prime Video izleyicilerinin beğenisine sunuldu.
Sinema ve dizilerde kölelik ve siyahilerin ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü eserler az değil. Get Out gibi başyapıtların yanı sıra 12 Yıllık Esaret/12 Years A Slave gibi son dönemin başarılı işlerinden Oscarlı Green Book/Yeşil Rehber gibi bir çok film bu temaya değiniyor. Bu bağlamda bakıldığında türe aşina seyirciyi çekmekte zorlanmıyor dizi.
Dönem işi çekmek kolay değildir. Bu bağlamda çok iyi bir sinematografi ile karşı karşıya olduğumuzun da altını çizmeden geçemeyeceğim. Dönem kostümünden, binalarına o kadar gerçekçi ki izlerken bir yandan da kendinizi o dönemin içinde buluyorsunuz.
Bir parantez de Amazon Prime Videoya açmak isterim. Türkiye’deki streaming platformları içerisinde fiyat-performans anlamında izleyiciyi fazlasıyla tatmin eden bir platform. Amazon Orijinals adıyla kendi ürettiği dizi ve filmlerle de güzel işlere imza atıyorlar. Yeraltı Demiryolu da bu güzel işlerden bir tanesi. Bu diziye mutlaka fırsat yaratın.
Ben anı, biyografi kitaplarına bayılıyorum. Özellikle gölge bir yazarın aksine, birinci ağızdan yazılınca daha da bir seviyorum.Hem daha iyi bir bağ kuruyorum, hem de birebir sohbet ediyormuşum gibi geliyor.
Gamze Cizreli’nin Ateşle Oynayanlar kitabını okurken de aynen bu hislere sahip oldum. “Okurken sahip oldum” diyorum çünkü yazarın kitabın sonunda buraya kadar okuduysanız aramızda güçlü bir bağ oluşmuştur dediği bağ ben de daha ilk sayfalarda oluştu.
Gamze Hanım kitabın ilk kısmında bizleri köklerine ve aile geçmişine götürüyor. Bize doğunun misafirperverliğinden bahsederken gelen misafirlerin nasıl ev sahibi hissettirildiğinden başlıyor hep birlikte çitlenen kavrulmuş karpuz çekirdeklerinden yıldız manzaralı damlarda son bulan gecelere götürüyor. O kadar içten, o kadar samimi anlatıyor ki kendinizi o sofralarda o damlarda hissediyorsunuz.
Kitabın ikinci kısmında yazar bizi Diyarbakır sofralarından restaurantlarının sofralarına götürüyor. İş dünyasına ve Big Mama olmaya doğru giden yolda edindiği dostlukları, bu dostlukların iş yaşamına etkisini anlatırken, iş dünyasında başarılı olmanın reçetelerini de biz okuyuculara tatlı tatlı yediriyor. Tıpkı restaurantlarındaki güzel lezzetler gibi.
Küresel ile yereli nasıl harman ettiğini, kurduğu firmaları nasıl “Glocal” hâle getirdiğini okurken sayfalar nasıl akıyor anlamıyorsunuz. Kitapta Gamze Hanım’ın Yılın Kadın Girişimcisi ödülü alması gibi başarılı yönleri de verilirken zor zamanları da içtenlikle anlatması kitabı sevmemdeki en önemli etken oldu. Kitapta düştüğü zamanları da, sıfırı tükettiği anları da, yeniden başlaması gerektiği yerleri de içtenlikle anlatmış. Bu anlamda bakıldığından ben birçok biyografi kitabına oranla egoların tatmin edilmediği bir kitapla karşılaştığım için müteşekkirim.
Gamze hanımın kitapta bahsettiği gibi denizi seven dalgaları da sevmeli sözünü ikinci kısımda sıkça görmek mümkün.
İkinci kısımda özellikle ödül töreni ve yaptığı konuşmanın yer aldığı 146 ve 147. sayfalarda tüylerimin diken diken olduğunu söylemeliyim.
Kitabın son kısmında da Gamze Hanım bizleri iş dünyasından biraz çıkarıp sosyal sorumluluk projelerine değiniyor. Bir kadın girişimci olarak “Toprağın Kadınlarından Sofraya” projesi ile restaurantlarına aldığı ürünleri kadınlardan temin ederek nasıl kadınları kendi girişim dünyasına entegre ettiğini, down sendromlu çocuklarla yaptığı iş birliğine, gıda atığı ile mücadeleden, çift kanatlı liderler projesine dahil olmasına kadar bir çok sosyal projeye değiniyor.
Bunun yanında kendi çocukları üzerinden nasıl bir annelik yaptığına dair de bir kaç bilgi veriyor bizlere.
Ateşle Oynayanlar küllerinden doğanların, ya da içindeki potansiyeli çıkarmak isteyenlerin kısacası Gamze Hanımın dediği gibi alın yazısını alın teri ile silenlerin öyküsü.
Son olarak bu kitabın bir sosyal sorumluluk projesinden de bahsetmek isterim.
Kitabın tüm geliriyle de kız çocuklarının eğitimi için “Bir Kıvılcım Yeter” burs fonu oluşturuldu. Alacağınız her bir kitapla siz de kız çocuklarının eğitimine katkı sağlayabilirsiniz.
Defne Suman Çember Apartmanı adlı romanında apartman sakinlerinden 75 yaşındaki Periklis Bey’in hayatına ve onun hayatı ile birlikte İstanbul’un hızlı değişimine odaklanıyor.
Periklis Bey kentsel dönüşümün apartmanlarına kadar geldiği bir dönemde kendisine ait dairelerden birini ilk görüşte vurulduğu Leyla adlı genç bir kıza kiralaması ve bu kızın da anılarını yazmakta olan yaşlı Ruma yazarlık konusunda destek vermesi üzerine kurulu. Periklis ve gölge yazarı Leyla dışında yan karakter olsun diye yazılmayan içi oldukça doldurulmuş yan karakterler de mevcut. Yazar hepsini çok güzel işlemiş.
Leyla ile Periklis’in ortak çalışmaları Periklis Bey’in anıları olunca yakın tarihimize de eğiliyor yazar. 1964’teki Rum sürgününden 6-7 Eylül olaylarına kadar Türkiye’nin sancılı yakın tarihine değiniyor Defne Suman.
60’lardan günümüze doğru gelen romanı okurken İstanbul’un değişimini de üzüntüyle okuyoruz. Yazar bunu bize bir çok yerde okuturken, insan “niçin?” diye soramadan edemiyor. Niçin kayboldu bu değerler? 212 yıllık Lebon Pastanesi’nden, Haydarpaşa Garı’ndan apartmana dönen Deveaux Apartmanlarına, eski halini mumla aratan Narmanlı Han’dan Cennet Bahçesi’ne, Markiz’in içindeki şık insanlardan Kapalı Çarşı’dan silinen Şark Kahvesine kadar bu hızlı değişimi okuyunca iç çekmemek elde değil. Yazar bu değişimleri gençliğinin hızlı çapkını Periklis beyin arkadaşları ve ailesi ile gittiği bu yerler üzerinden okutuyor. İstanbul’un nasıl yok olduğunu gözümüze gözümüze vuruyor. Evet bir şehri kaybetmek sadece tarihi eserlerinin bakımsızlığı ve çürümeye terk edilmesiyle olmaz, o şehrin yüz yıla yaklaşmış dükkanlarına da sahip çıkmakla olur. Çünkü yüzyıllık bir pastaneye sadece tatlıların kokusu sinmez birçok insanın hatıraları da siner.
Kitabın 64. Sayfasında yazar “Unutmak, insanlığın kötülük karşısındaki yenilgisidir.” diye yazıyor ama romanın her satırı bize her şeyi yeniden hatırlatıyor. Yazar bu hatırlatmalarla hafızalarımızı tazelemeyi başarıyor.
Çember Apartmanını yazarı Defne Suman’ın sözleri ile özetlersek: “İstanbul’u Kaybedişimizin Romanı”
Film adını ihmal, yolsuzluk ve şiddetle dolu Meksika sınır kasabasında bir öğretmenin öğrencilerinin merakını, potansiyelini ve hatta belki de dehalarını ortaya çıkarmak için radikal yeni bir yöntem denemesinden alıyor.
Kafaya çivi çakan, derdi olan bir film Radikal. Hikayenin gücü, öğretmen rolünde izlediğimiz Eugenio Derbez’in her öğrenciyle olan etkileşiminde saklı. Bunu genç oyuncuların harika performanslarında görmek mümkün. Karakterler hem öğrenciler tarafında hem de öğretmen Sergio tarafında keskin bir şekilde çizilmiş.
Sistemin dışladığı sorunlu çocukların elinden tutan bir öğretmenin ilham verici hikayesi izleyiciyi ekrana kilitliyor.
Siz de benim gibi öğrenci öğretmen ilişkili filmlerden hoşlanıyorsanız bu filmi kaçırmayın. Özellikle ebeveynlerin çok ders çıkaracağı yerler var.
10 Mart 2024’te 96.sı düzenlenecek Oscar törenlerinde adaylar belli oldu. Jimmy Kimmel’ın sunuculuğunu üstleneceği tören Los Angeles’ta yapılacak. Christopher Nolan imzalı Oppenheimer filmi 13 dalda aday olarak dikkatleri çekerken, Barbie 8 dalda aday oldu. Birçok kategoride kozlarını paylaşacak Oppenheimer ve Barbie aynı tarihte vizyona giripte yarışan filmler olarak Oscar tarihinde bir ilki gerçekleştirecekler.
Ülkemizde “Zavallılar” adıyla çevrilen Yorgos Lantimos imzalı “Poor Things” filmi de kadın aday Emma Stone ile dikkatleri üzerine çekiyor. İşte 96. Akademi Ödüllerinde yarışacak yapımlar ve kategorileri.
Her şeyin başında romanı Çince aslından çeviren Erdem Kurtuldu ile başlamak istiyorum. Çeviriler iyi olmadığı takdirde edebi lezzeti öldürüp kitaptan alınan zevki aşağıya çekebiliyorlar. Bu anlamda çok güzel bir çeviriye imza atmış Erdem Kurtuldu.
Romana gelecek olursak büyülü gerçekçilik anlamında çok iyi bir roman. Süslü cümleler yerine yalın, sade bir dille ne anlatmak istediğini okuyucuya net olarak veriyor. Bazen tek yapılması gereken basit bir anlatımdır. Burada Yu Hua aşırı betimlemeye boğmadan anlatmak istediğini net biçimde veriyor. Bu anlamda bakıldığında abartılı cümlelerden arındırılmış bir eser sunuyor bize yazar.
Romandan da biraz bahsedecek olursak. Aslında romanda bir babanın ailesini yaşatmak için kanını satarak verdiği mücadele ve fedakarlık anlatılırken hem babanın bireysel hikayesini hem de onun ailesinin hikayesini okuyoruz. Roman baba Xu Sanguan merkezli bir anlatımla sınırlı kalmıyor aynı zamanda Yiel adlı çocuğun da kendisine bir aile yaratma sürecini de okuyoruz. Xu Sanguan’ın kendisinden olmadığını öğrendiği büyük oğlu Yiel ile yaşadığı gelgitleri de çok dozunda veren bir roman.
Jaguar Kitap’tan Natsume Soseki imzalı Madenci romanını okumuş müthiş bir anlatımla karşılaşmıştım. Burada da güzel bir anlatıyla karşılaşacağımı ümit ediyordum. Nitekim yanıltmadı beni bu roman. Hatta yazar Yu Hua’nın yine aynı yayınevinden çıkmış “Yaşamak” adlı diğer romanı için de heyecan uyandırdı. En kısa zamanda onu da okumak ümidiyle.
Son olarak romandan ayrı olarak bir parantez açmak istiyorum. O da Jaguar Yayınlarının kitap kapağı tasarımlarına. Okuyucu için kitabın anlatımı ve çevirisi her zaman önemlidir ama kapak tasarımının da önemli olabileceğini bizlere gösterdikleri için. Kendilerinden okuduğum her kitapta çok etkileyici basit, minimalist ama okuyucuyu çeken kitap tasarımlarına denk geliyorum. Bu manada kendilerini tebrik ediyorum. Sizde Jaguar Kitap’ın web sitesine girip kapak tasarımlarına göz atabilirsiniz.
Kısacası Kanını Satan Adam, gerek anlatımı, gerek çevirisiyle çok sağlam bir eser.
İstanbulda bir sahafçı çok güzel bir söz söylemişti: “Bazı kitaplar insan seçer.” O kadar doğru bir cümleydi ki her kitabın her insana hitap edemeyeceği iyi araştırıp okunması gerektiğine dair çok güzel bir cümleydi.
Benim burada bu blogu sürdürmemdeki amaçlardan biri de bu oldu. İyi bir şeyler izlemek ya da iyi bir şeyler okumak isteyenlerin eser bitince saatlerimiz heba oldu dememeleri için iyi öneriler sunan bir blog olmasının dışında esere başlamadan önce de insanların bir fikre sahip olmaları da bu blogun amaçlarından aslında. Bunu bu roman özelinde yazmak istedim. Çünkü sahafçının dediği gibi bazı kitaplar insan seçiyor. Bu roman da bunlardan biriydi. Kitabı çok abartılı bulanlara da belki bu yüzden hitap etmemiş olabilir.
Hafta sonu bir çırpıda bitirdiğim Gece Yarısı Kütüphanesi hayatta keşkelerle yaşayanların bakış açısını değiştirecek bir roman. Bu hayatta çok pişmanlığınız olduysa çok hata yaptığınızı düşünüyorsanız bu kitap tam da size göre. Hayatta sizi herkes bıraksaydı ve bu hayatta tek kalsaydınız nasıl davranırdınız? Siz de insanların sizi bıraktığı gibi bu hayatı bırakıp gidermiydiniz? Yoksa mücadeleye sonuna kadar devam mı ederdiniz?
İşte ana karakterimiz Nora da hayatına son vermeyi düşünürken kendini sonsuz sayıdaki pişmanlıklarının yazılı olduğu kitapların yer aldığı bir kütüphanede buluyor. Nora eğer yaşasaydım ne olurdu diye merak ettiği kitapları seçiyor ve tek tek hepsine gidiyor. Maalesef gittiği bütün hayatlarda çok acı sonlarla karşılaşıyor ve kendi mevcut hayatına geri dönmek istiyor.
“Pişmanlıklarımızı telafi etme şansımız olsaydı, bazı konularda farklı mı davranırdık?” sorusunu her bir satırında sorgulatan Gece Yarısı Kütüphanesi kurgusu çok ayarında yapılmış çok iyi bir felsefi kurgu.
42 dile çevrilen bir uluslararası çok satan Matt Haig imzalı Gece Yarısı Kütüphanesi ülkemizde Kıvanç Güney çevirisi ile Domingo Yayınları tarafından yayınlanıyor.
1970’lerde Amerika’ya göç eden Bangladeşli bir ailenin çocuğu olan Rumaan Alam’ın çok satan aynı adlı romanından uyarlanan “Dünyayı Ardında Bırak” çoğunluğu kapalı mekanda geçen, doğal felaketlerle başlayıp, bilinmezliklere doğru yol alan bir film.
Kitaplardan uyarlanan filmler hiçbir zaman kitaptan alınan etkinin yanına yaklaşamıyor. Burada da kitaptan alınan hazzın doruğuna ulaşamıyoruz. Bu hazza yaklaşmak için oyuncu kadrosuyla güçlendirilen bir işleyiş oluyor.
Konu aslında Hollywood’un geçmişte sıkça işlediği bir konu. Seyirciye yeni bir şey sunmuyor ama ara ara geleceği sorgulatıyor. Bunu otonom sürüşe sahip Teslalar üzerinden bir anlatımla sunuyor.
Hollywoodda çekilen her aksiyon filminde olan Amerika’nın düşmanları kuralı burada da işliyor. İşleyiş ve akış anlamında seyirciyi sıkmıyor ama bitince ne izledim ben demekten de kendimizi alamıyoruz.
Bence konusu bakımından oldukça iyi ama senaryo bakımından biraz zayıf kalmış. Romanını okumayanlar varsa direkt romanı okuyabilirler. Romanı okumuşlar varsa da roman yeterli olacaktır.